RÖPORTAJ-ESAT KAPLAN
Bursa gibi kadim şehirlerin öne çıkan özelliklerinden biri de yüzyıllara dayanan ticaret ve üretim kültürlerini günün koşullarına uyarlayarak geleceğe taşımaları.
Günümüz literatüründe inovasyon, Ar-Ge, döngüsellik, markalaşma gibi kavramlarla ifade edilen yenilikçilik, gelenekten geleceğe uzanan yola döşenen en sağlam taş konumunda.
Yenilikçi olmak esaslı bir ticaret kültürünü; teoriyle pratiği yan yana getiren sağlam bir eğitimi; hem işe hem hayata artılar katacak çok yönlülüğü; hele hele küreselleşme çağında ileri görüşlülüğü zorunlu kılıyor.
Bursa’nın geleneksel ürünü havluyu kutuya koymak, bornozu askıda sallanmaktan çıkarıp aile setine çevirmek, müşteri beklemek yerine müşteriye gitmek, çay ikram etmek için açılan küçük bir büfeyi uğrak yeri haline gelen bir restorana dönüştürmek; hem köşeyi hem köseyi hesap etmek ve bu uzun yolculuğa çıkarken bütün hedefleri planlamak…
Minteks Kurucusu, Minteks Sanayi ve Ticaret AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Özkan İrman’ı dinlerken bütün bunları düşünmekle kalmıyor, Bursa’nın o özlenen eski havasını soluyor, Bursa’da tekstil üretimi ve ticaretinin son 50-60 yıllık hikâyesinden izler buluyorsunuz.
Tekstil Haber ekibi olarak Uğur Ulu, Ejder Solmaz ve Ozan Yalçınsoy ile birlikte Minteks’in İzmir Yolu Caddesi 27. km’deki showroom’unda buluştuğumuz Özkan İrman, 1970’lerin Bursa’sından başlayıp bugüne uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizi.
– İş hayatınız çocuk yaşlarda başlamış olmasına rağmen sizi bir girişimci olarak gördüğümüz yaş 30. İnsanın 30 yaşında adeta hayatı yeni baştan kurmaya girişmesi hem büyük risk, hem büyük cesaret işi. Siz 1994’e hangi dinamiklerle geldiniz?
– Bir tabir var biliyorsunuz erken kalkan yol alır diye. Çok küçük yaşlarda iş hayatın içerisinde olunca – babanın yedeğinde – gayri ihtiyari hayata erken başlıyorsunuz. Herkes mahallede çelik çomak oynarken, siz iş hayatını solumaya başlıyorsunuz. Karşıdaki esnaf amca ne iş yapar, nerede ne satılır, pazarda domates kaç paradır?
‘Köyde yetişmiş çocuğa ağaca çıkmayı tarif edemezsiniz’
Hikâye böyle olunca bir yılı on yıl gibi yaşıyorsunuz. Hatta acemi birliğinde, askerde arkadaşlarıma baktığımda, artık meslek erbabı insanlar vardı, 30 yaşında, ben henüz 23-24 yaşındaydım, yedek subay okulunda, Tuzla’da. Bilmedikleri şeylere hayretle bakıyordum, şaşırıyordum. Tabii onların kusuru değil bu. Hani köyde yetişmiş bir çocuğa ağaca çıkmayı tarif edemezsiniz, o doğaçlama bunu öğrene gelir. Ben de öyle iş hayatına erken girdim.
70’li yılların Bursa’sı, Hanlar Bölgesi. Çok değişik esnafın olduğu yerler. Bilindiği üzere öyle çok büyük bir sanayi yoktu, el sanatları çok ağırlıktaydı Bursa’da. Ben de tam o ticaretin kalbinin attığı yerde, tarihi Pirinç Hanı’nda, civarda manifaturacılar çarşısı, İpek Han, Koza Han ticaretin döndüğü, dolmuşların kalktığı, pazarların kurulduğu, insanların sadece alışveriş için oraya geldiği bir yerde yaşıyorsunuz. Hal böyleyken tam da sevdiğim, seveceğim işletme fakültesini kazanmam, işletmeciliği çok sevmem, iş hayatına satış teşkilatında başlamam.
O dönemlerde kara satış yapılırdı. Ben girdikten sonra hem alaylı hem mektepli olmam sebebiyle bir pazarlama masası kurdum. Orada da adımları hızlı hızlı attım. Birdenbire baktım ki kova doluvermiş. Sabah kalkayım işletmecilik yapayım, diye yola çıkılmıyor muhakkak ki! Belli bir olgunluk noktasına geldiğinde meyve gibi iş kendiliğinden oluyor.
Havluyu bornozu kutuya sokan adam
Şirketimde özel şeyler yapmak istiyordum. Görüyordum, fuarlara gidiyordum, sektörümüzde bir boşluk vardı. Butik tarzı mallar yoktu. Bornoz, yüz havlusu, banyo havlusu ayrı ayrı satılır. Kutulu, ambalajlı ürünler yoktu, Avrupa’da vardı. Bunu yapmak istiyorsunuz, yapamayınca da yol arıyorsunuz kendinize, mutlu olmuyorsunuz. Ben sadece fayda sağlamak ve bir markam olsun diye yola çıktım. İşletmecilik hayatım öyle başladı. Dediğim gibi kovaya son damla damlamış ki o gün iş hayatına başladım.
Çok bacağı var bu işin, o kadar çok bacağı var ki! Hani o işletmecilik noktasına gelinceye kadar… Söylemeden de edemeyeceğim, o olgunluğu beklemeden, o olgunluğa erişmeden, bazı genç arkadaşlar birdenbire oldum deyip ticaret hayatına atılmaya kalkıyorlar ve sadece bunun parayla olacağını sanıyorlar, bu çok büyük bir yanılgı. Bizim dönemimizde çıraklık-kalfalık-ustalık ilişkisi vardı. Çocuklar yaz tatillerinde çalışıyorlardı, ticaret hayatının içerisine sokuluyorlardı. O öğretim bittiğinde girişimci olmamasına imkân ve ihtimal var mı, yok! Ben bunu yaşla sınırlı olarak görmüyorum açıkçası. Erken değil geç bile kalmıştım!
‘Sermaye birikimimizi kriz zamanında yaptık’
– 1994 aynı zamanda bir kriz yılıydı. Kriz nasıl fırsata dönüştü? Ne yaptınız da krizden karlı çıktınız?
– 94 Nisan kararları olmuş, piyasalar çalkantılı, bugünlere çok benziyor, malın satılmadığı, hiçbir şeyin teveccüh görmediği günler. O zaman şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Ucuz bir malla piyasaya çıkmalısınız. Kaliteli olacak, görüntüsünden çok daha uygun fiyat olacak ve doğru kanaldan satacaksınız. Biz de başlarken ticaret hayatımıza ihracat fazla mallarla başladık. Hem dış giyim hem iç giyim hem de ev tekstli. Hal böyle olunca birdenbire kriz fırsata dönmüş oldu ve sermaye birikimimizi biz asıl tam o kriz zamanında yapmış olduk.
– Henüz kurulur kurulmaz, ilk yılınızda ihracata da başladınız. Bu nasıl başarıldı?
– O sene ilk defa ev tekstili fuarına katıldık. Bakın bu çok büyük bir cesaret işte. Elinizde doğru dürüst ürün yok, ürünlerin tamamı neredeyse ihracat fazlası ve uluslararası ev tekstili fuarına katılıyorsunuz. Derme çatma toplama mallarla bir anlamda.
‘İhracatın tadına vardık’
Ve çok ilginçtir, Tepebaşı’ndaki ev tekstili fuarında tek havlucu bizdik. Rekabetsiz, muhteşem bir ortam. Bir sürü yabancı müşteri gelmiş ve siz teksiniz. O zaman ilk ihracatımızı İspanya’ya, El Corte Inglés’e yaptık, mağazalar zincirine, onlar da bunun bir stok malı olduğunu biliyorlardı, defolu giyilmemiş mallar, birinci kalite, ihracat fazlası. Çok da hoşlarına gitti. Ondan sonra yine aynı firmayla çalışmaya devam ettik. İhracatın tadına vardık, iç piyasada vadeler uzun, ihracatta hem limit yok hem de peşin parayla mal satıyorsunuz. Ondan sonra çorap söküğü gibi fuarlar fuarları takip etti ve gerçekten de en yükseldiğimiz yıllar o yıllar, 1994-2000 arası altı yıl.
– Havlu bornoz ve ev tekstili ile başlayan serüven 10 ayrı sektöre yayılmış durumda. Ki bakıldığında, eğitimden yayıncılığa, kültür sanata kadar, başlangıçtan oldukça farklı sektörlere yönelim görülüyor. Bu değişim sürecini anlatır mısınız?
– İlk daha henüz kiralık yerimizdeyken, önümüz müsaitti, İzmir yolunda küçük bir dükkanda, ben çayı çok severim, çay ikram etmeyi de çok severim, ilk önce o işletmenin önüne bir büfe koydum. Büfede çay, tost, ayran satıyorduk.
‘Köşe mi satar köse mi satar?
Şimdi bir yerden hizmet sektörüne bir adım atarsanız ve samimiyseniz, farkında olmadan o kendiliğinden büyüyor. Benim oraya ilk büfeyi koymamla aslında hizmet sektörüne adım atmış oldum. Sonra şu an İzmir yolunda bulunan arsayı aldığımızda, fabrikayı ben arka tarafa yapalım dediğimde çok karşı çıkan oldu, ‘ya ne yapacaksın, yola yakın ol’ diye. Ön harcanır mı, öne bir tesis yapacaksın yarın öbür gün, yol akıyor, bir de tesadüfen otoban buraya bağlandı, iş kendiliğinden büyüdü. Ama şunu da söyleyeceğim: Köse mi satar köşe mi satar, diye bir laf vardır. Evet, köşedesiniz ama köse olmazsanız olmuyor! Hep bir şey yapmak zorundasınız. Büfede artık mızrak çuvala sığmıyor. Ne kadar sürdürebilirsiniz küçük bir yerde tost ayran satmayı! İş büyümeye müsait, siz büyütmüyorsunuz, olmaz ki!
Benim hayatımda mihenk taşı günler vardır. 98 yılı gibi, 2000 yılı gibi, 2004 yılı gibi… Yavaş yavaş o büfeyi restorana çevirdim, küçük bir restorana, o da baba mesleği. Üç tekerlekli arabada köfte satan Özkan, artık bir lokantada köfte satmaya başlamıştı. Sonra çeşitlilik geliyor. İsterseniz ama içinizde aşk varsa. Zeytinyağlılar, unlu mamuller. İş gelişirken insanlar havlu bornoz soruyor, e fabrikaya mı göndereceksiniz, talep var, onun yanına bir mağaza yaptık, mağaza yavaş yavaş büyüdü, restoranımız yavaş yavaş büyüdü, sonra yerimiz vardı, oraya bir benzin istasyonu yaptık. Bir süre sonra baktık, artık iş o noktaya geldi ki dışarıdan al satla bu iş olmayacak, unlu mamulleri kendimiz üretmeye başladık, eti burada kendimiz işlemeye başladık.
Ben yazmaya okumaya meftun bir insanım. Okurken yazarken artık kitaplarım yavaş yavaş yayınlanmaya başladı. Hal böyle olunca iş sana emrediyor, işten ziyade durum; pozisyon, bir yayınevi kurmamız lazım, yayınevimizi kurduk. Arkasından eğitimde kurslar vesaire derken bugüne geldik.
– Bugüne gelirsek Minteks, nasıl bir değer ifade ediyor?
– Çok fazla mal satmaktan ziyade ne nitelikte mal sattığınız önemli. Şirketi kurmamın amacı zaten ‘basic’ bir ürün üretmek değil, aksesuarlı ürünler üretmek. Ama çok büyük bir rekabet içerisinde yaşıyoruz artık.
‘Bu şartlarda ticaret yapacağımız aklımıza gelmezdi’
Dünya o kadar global ki beş dakika sonra herhangi bir yerden bir numune almanız, beş dakika sonra fiyat almanız çok mümkün. Dünyanın ta öbür ucundan size bir ayakkabı, tişört, bir gözlük gelebiliyor. Bu şartlarda ticaret yapacağımız aklımıza gelmezdi. Bizim rekabet yapacağımız insanlar kimdi? Yanımızdaki; sağımızdaki, solumuzdaki, şehrimizdeki, en fazla ülkemizdeki insanlardı, ama dünya bu kadar global olunca iş zor. Oyun zor hale geldi.
‘Birçok iş adamı için durum acınası’
Dünya hep bir ekonomik savaş içerisinde. Oldum olası böyle. İlkel çağlardan beri. Ama şu anda geldiğimiz nokta çok iş adamının anlayabileceği türden bir şey değil. Biz krizleri gördük, enflasyonist dönemleri gördük. Ama geldiğimiz nokta için bazen ben diyorum ki birçok iş adamı için durum acınası. Şöyle acınası, zavallılıktan değil: Bir iş yapıyorsunuz, bir ürün veya hizmet meydana çıkartıyorsunuz, ona bir fiyat koyacaksınız, amaç ne burada, artı değer üretmek öyle değil mi? Artı değer üreteceksiniz ve sonucunda işçinizin maaşını vereceksiniz, kiranızı vereceksiniz, neyse o yarı mamul, onların ödemesini yapacaksınız… Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık!.. Bir mamul ürettiniz, rafa koyacaksınız, onun normal değeri, atıyorum 300 TL olsun, 300 TL koysanız tüketici için çok pahacısınız, 200 TL koysanız beş kuruş para kazanamadığınız gibi görünmez giderlerden de zarar ediyorsunuz. Bu ne sürdürülebilir, ne anlaşılabilir, ne gelecekle ilgili bir plan yapılabilir bir durum. Bunu tüketici anlamayabilir ama kerli ferli ekonomistlerin anlamaması çok ilginç değil mi? Mesela gazetecilerin anlamaması ilginç değil mi?
Bir örnek vereyim: Bir gazeteci abimiz diyor ki ‘Etiler’de oturduk, bir akademisyen arkadaşımla. Üç saat oturduk sohbet ettik. Üç çay o içti, üç çay ben içtim, kaç para verdik, biliyor musunuz? 450 TL verdik.’ Yahu el insaf! Üç saat, Etiler gibi bir yerde, kirasını düşünün, klima çalışıyor, tuvalete gidiyorsunuz; elinizi yıkıyorsunuz, masada kürdan var, tuz var, çay ocağında çalışan abla var, vardiyası var, geldisi var, gittisi var, akarı var, kokarı var. İşin finalinde bütün masalar dolsa, o üç saat içerisinde herkes 450 değil 4 bin 500 lira verse mekanın kirası çıkmıyor! Öyle anlaşılmayan bir durum.
‘Puzzle’nin birçok parçası yok’
Benim gerçeğimden bakacak olursak, dersimiz çalışmak zorundayız. Ben bunu biraz bulmacaya benzetiyorum. Heyecanlı da yapıyor beni bu, böyle bir puzzle’ın parçalarını tamamlıyormuşum gibi geliyor. Ama şu an çok parça yok. Yani kuruyorum tabloyu ama çok parça yok. Gerçekten artık tablonun oturması için ülkenizin de devletiniz de idarecilerin de elinize birkaç parça vermesi lazım. Ne adına bu, şahsım adına değil istihdam adına. Tekstil sektörü emek yoğun bir sektör, bu sektör büyürse güçlü olursa çok insan çalışır, evine ekmek götürür ve çarklar böylelikle döner.
‘Güzel haberler gelmiyor’
Halihazırda ihracat yapıyoruz, halihazırda iç piyasamız var ama arzu ettiğimiz seviyelerde kesinlikle değiliz. Ama ben pozitif bir insanım. Umarım güzel günler gelecektir. Krizler fırsattır.
Üzülüyorum tabii güzel haberler gelmiyor. Rakiplerimizden de piyasadan da güzel haberler gelmiyor. Umarım çok hızlı bir şekilde, 2025 yılında, sadece biz değil bütün dünyadaki iş adamları, bütün halklar mutlu ve huzurlu olsun. Çünkü yaşanılası bir dünyada yaşıyoruz. Kısacık da bir ömrümüz var, öyle değil mi?
– Genel olarak 2024 olumsuz geçti. Peki, Özkan İrman’ın çıkış reçetesi nedir? Ne yapmak lazım?
– Sadece bizim işimiz değil bütün işler çok büyük yenilik istiyor. Bir dönem satıcı pazarıydı, tabiri caizse insanlar göbeğini kaşıya kaşıya mal satıyordu. İnsanlar ne ebata ne renge bakmaksızın talepte bulunuyorlardı. Ben iki tane müşterinin, toptancının bir bornozu çekiştirdiğini bilirim, ‘ben alacağım ben alacağım’, yırttılar bornozu. Koyacak tezgâhına para kazanacak. Bu kadar malın olmadığı günlerden geçmişiz, buraya gelmişiz.
‘Çılgınca şeyler yapmak zorundasınız’
Yenilik yapmak zorundasınız, yeni kumaşlar, yeni modeller, çılgınca şeyler, insanın aklının hayaline gelmeyecek şeyler. Bu da tabii ki çok düşünmeye zorluyor insanı. Bir tek burada zor oyunu bozuyor işletmeci açısından, benim açımdan, düşünmemizi engelleyen veya karamsarlığa iten: Finansman yükü… İşletmeci tabii ki finansmanla uğraşacak, ama en çok yenilik ve yatırımla uğraşması lazım. Bir boksör düşünün. Her yerden yumruk geliyor. Kendini mi koruyacak, yeni bir yumruk mu atacak?
Benim bir reçetem var mı? Ben bütün iş adamlarına, herkese, bir kere çok yüksek moralli olmasını tavsiye edebilirim. Muktedir olsaydım, devlet görevlisi olsaydım daha başka şeyler uygulardım açıkçası. Ama onun da adını ben bilmiyorum. Onu da söylesem devlet görevlisi olurum, işletmeci olmam. Buraya getiren nedenler var, daha öncesinde onlar olmasaydı zaten biz buraya gelmezdik.
‘Hep yenilik hep Ar-Ge’
Benim sadece ve sadece iş adamlarına söyleyeceğim yegane şey hep yenilik, hep Ar-Ge… Başka ne söyleyebilirim, ben ev tekstil üreticisiydim, son 3 yıldır dış giyim üretiyorum; sabahlıklar, pijamalar, tişörtler, sweatshirt’ler, beach pantolonlar ve daha da bununla ilgili kafa yoruyoruz, ne yapabiliriz diye mücadele ediyoruz. İyice mamul farklılaştırmasına gittik. Artık müşteri Minteks’in mağazasına girdiğinde tekstille ilgili ve dahi birçok aksesuar, abajurlar, şamdanlar, sabunluklar, kendi markamızın sabunu, kendi markamızın kestane şekeri, akla hayale gelmeyecek objeler, hep müşteriye daha çok ne sunabiliriz derdindeyiz. Reçetem bu. Önce kelin kendi başına sürecek ilacı olması lazım ki bunu tavsiye edebilsin.
– Bugünlerde herkesin dilinde iki kavram var: Dijitalleşme ve sürdürülebilirlik… Sizce ne kadar önemli? Minteks, bu iki kavramın neresinde?
– Biz tabii daha analog bir neslin çocuklarıyız. Yeni nesil, gençler, benim çocuklarım onlar bu çağın çocukları. Bugün yapay zekaya doğru şeyler verdiğinizde beş dakika sonra reklamınız olabiliyor. Hatta son zamanlarda çok tartışılıyor, dünya çapında bir marka yapay zekaya reklam yaptırdı. Çok kızılıyor ama böyle artık. Buna ayak uydurmazsanız asla başarılı olamazsınız. Düşünebiliyor musunuz, prodüksiyon yapacaksınız, çekim yapacaksınız, mankenler gelecek, mekanı bulacaksınız, objeleri bulacaksınız, zaman ayıracaksınız, fotoğrafçınız gelecek, kameramanı gelecek, biri senaryo yazacak, tüm bu hikayenin sonucunda büyük bir bütçe harcayacaksınız, sonucunda da bu kadar canhıraş bir rekabetin olduğu bir zamanda bunu malın üzerine yükleyeceksiniz ve bunun sonucunda da para çıkacak. Ama yapay zekayı kullanarak çok kısa bir zamanda karşınıza bir reklam filmi çıkabiliyor. Nasıl reddedebilirsiniz ki! Bakın beğenirsiniz beğenmezsiniz, kaliteli bulursunuz bulmazsınız, özgün bulursunuz bulmazsınız ama bundan asla kaçamazsınız. Biz de kaçamayız, yapmaya başladık. Kullanıyorsunuz mecburen.
‘Başımızın belası düşük kur politikası’
Sürdürülebilirlik… İşte geldik zurnanın zırt dediği yere. Sürdürülebilirlik sadece ülkedeki bir tane işletmecinin başarılı olmasıyla alakalı bir şey değil. Sektörel sürdürülebilirlikten bahsediyoruz. Bütün rakiplerimizin, dünyadaki rakiplerimizin önüne geçmemiz lazım.
En büyük başımızın belası, 2008’den beri, düşük kur politikası. Düşük kur… Fiyat yapacaksınız, 10 dolar diyorsunuz, sonuçta TL’ye böldüğünüzde bunun karşısından bir katma değer ortaya çıkması lazım, öyle değil mi? Çıkmıyor!
‘İhracatta sübvanse gelmesi lazım’
Bir gün böyle sohbet ediyoruz. Tek tekstilci benim, makineci arkadaşlarımız var. ‘Nasıl abi’ dediler, ‘tekstil?..’ Bizim kan aldığımız günler, zor günlerimizin başladığı zamanlar. Onlar da fuar fuar geziyorlar ama makineciler, göbeklerini kaşıyorlar tabiri caizse. ‘Biz butik tarzı bir şeyler yapıyoruz. Hala rekabet edebiliyoruz, hala önümüzü görebiliyoruz. Düz mallar üreten, metraj mallar yapan, çok sayıda tezgâhı olanlara Allah sabır versin, güç kuvvet versin, zor, dedim. Ama size bir şey söyleyeyim mi, böyle devam ederse sizin de işleriniz 5-10 yıl sonra zor’ dedim. Çok kızdılar bana. Çünkü iki yılı dolu, üç yılı doluydu. Geçenlerde bir gazeteci abimiz manşet atmış, ‘makinecilerin zor günleri’ diye. ‘Ben demiştim’ diyemezdim. Ben 5 yıl demiştim, 3 yılda oldu.
İhracatçının lehine mutlaka ihracatta sübvanse gelmesi lazım. Ülkenin maliyesi döviz bozmazsa ihracatın büyümesi mümkün değil. Mutlaka parayı bozduğunda artı değer çıkması lazım. Her zaman değil, zor zamanlarda. 2008’de yapılmadı, şimdi bugünlerde eğer sektörler yaşasın istiyorsa ülkemiz, ciddi döviz girsin istiyorsa mutlaka böyle bir hareket yapılması lazım. Başka bir reçetesi yok. Bu kurdan para bozdurduğunuzda, karşı taraf 10 dolar diyor sizin 15 dolardan mal satmanız lazım, mümkün değil.
‘Birçok müteşebbis ya kapatıyor ya yurt dışında yapıyor’
– Ve böyle her problemli dönemde olduğu gibi bugünlerde de yurt dışına çıkışlar başladı.
– Çıktılar evet. Bir tanıdığım var. Üç değişik ülkede 30 bin kişiye çıktı. Neden dışarıda 30 bin kişiyi istihdam ediyor? Orada bir şey ürettiğinde, orada ihracat yaptığında fiyat tutturabiliyor, bu kadar basit. 30 bini yüzlerle binlerle çarpın. Birçok müteşebbis ya kapatıyor ya yurt dışında yapıyor. Bu kadar basit işte. Ben bunu tercih eder miydim? Gerçekten, düz mal üretseydim ben de tercih ederdim. Ya hayatiyetini sürdüreceksin ya biteceksin, iki tane tercih bırakıyor sana, ya devam edeceksin ya kapatacaksın. Devam etmek için de mutlaka yurt dışına çıkmak zorundasın, orada imalat yapmak zorundasın. Yapacak hiçbir şey yok!
– Maliyet söz konusu olduğunda öncelikle ve ilk olarak işçi maliyetleri gündeme getiriliyor. Bugünlerde de asgari ücret tartışmaları yeniden başladı.
Çok zor günler yaşamış bir işçi emeklisi çocuğuyum ben. ‘Asgari ücret artmasın, insanlar az maaş alsın, işverenler de semirsin’ diye bir şey söylemem mümkün değil. Zaten insani de değil.
‘Civciv mi yumurtadan, yumurta mı civcivden’
Bugünlerde konuşuluyor, şu olsun bu olsun. Yani ‘100 olsun, 50 olsun’ demek dünyanın en kolay şeyi. Dilin kemiği yok. Bunu koyduğunuzda hangi sektörde, restoran işinde veya tekstil sektöründe baktığınızda ortaya bir maliyet çıkacak. O maliyet sonucunda ortaya çıkan satış fiyatı bu işçiliği karşılayabiliyor mu? 100 liraya çıktı diyelim X bir ürün, satabiliyorsanız hiç problem değil. Asıl sorun zaten burada. Yani bir çayı yüz liraya satabilir misiniz? Civciv mi yumurtadan çıkar, yumurta mı civcivden çıkar gibi bir mevzu. Bu kadar etkiler mi? Eskiden biz hesap yapardık, tekstil için konuşayım, yüzde 11-12 civarında işçilik payı bütün maliyet muhasebesi içerisinde, normal, olağan bir şeydi. 37-38’e çıktı. Nasıl döndüreceksiniz ki işinizi? Mümkün değil ki! Hele hizmet sektöründe… Kapıdan giren bir kızımız, şu anki asgari ücretle konuşalım, kıdem tazminatı, bir yıl sonra kıdem tazminatı hakkı geliyor, servisi, yemeği, görünen görünmeyen, kılık kıyafeti, size en kötü şartlarda 25-30 bin lira civarında mal oluyor. Bu şartlarda zaten maliyet yapamıyorsun. Bir daha zam geldiğinde nasıl maliyet yapacaksın?
Elli liraya da çorba satamıyorsunuz artık. Ama üç kişi bir çorba içse, bugünlerde tahmin ediyorum 120 lira civarında, 300-400-500 lira gibi bir para ödeyecek. Çorba içmeye parası insanın cebinde yoksa bugünün şartlarında asgari ücrete yüzde 100 de zam gelse nasıl bir ortak nokta bulunacak?
‘Beş yıl önce insanlar fırsatçı değildi, bugün mü fırsatçı oldu?’
Asıl konu esasında şu, bu dönemin en üzücü tarafı şu, madem nalına vurduk mıhına da vuralım: Ev sahibi-kiracı alıcı-satıcı, işçi-işveren, toptancı-üretici barışı bozuldu. Sanki hep böyle fiyatı koyan suçluymuş, fırsatçıymış havası yaratıldı ki hiç doğru değil. Düne kadar olmayan bir şey bugün nasıl olabilir? Yani beş yıl önce insanlar fırsatçı değildi, bugün mü fırsatçı oldu? Ben asla inanmıyorum. Normal bir işletmeci ‘ben şu fiyatı koyayım, daha fazla kazanayım’ diyemez çünkü rekabet var. Piyasa ekonomisi fiyat politikasını kendi belirliyor. Otomatik işleyen bir fiyat politikası yani.
– İş kitaplarından deneme ve romana pek çok alanda eserleriniz var. Kitaplarınızı okudum. En çok Tatlıcı’yı, İz yok Vukuat Var’ı, Yamyam ve Avcısı ile Mezeci Çırağı’nı sevdim. Sizi tiyatro sahnesinde de izledim. Sinema serüveninizi de biliyoruz. Sanata içli dışlı olmak iş hayatında insana ne kazandırıyor? Tersinden bakarsak, iş hayatından gelmek sanatsal yönünüze ne kazandırıyor?
Çocukluğumdan beri okumaya çok hevesliyim. Okumadan da insan yazamıyor. Ben gençlere de çok söylüyorum. Ne olur, bir satır da olsa yazınız. Çünkü yazılı basılı şeylerin çok olduğu ülkeler kalkınıyor. Bakın işte İngiltere’de, güneş batmayan imparatorlukta, özel sektör yazıyor, insanlar yazıyor, devlet yazıyor, kilise yazıyor, topladığınızda işte o cemiyet hayatı ve kültür ortaya çıkıyor.
‘Yazar kimliğim beni iş adamı olarak da çok tanıttı’
Çok faydasını gördüm gerçekten. Profesyonel meslek hayatıma başladığım 1988 yılında ve şirketimi kurduktan sonra da karikatürle uğraşmanın karikatürle uğraşmamın grafik tasarıma çok faydası oldu. Mesela benim mesleğe başladığım ilk firmada bir katalog yoktu, bir fiyat listesi yoktu. Ambalaj çizerken çok katkısı oldu, grafik tasarımla uğraşmanın. Metin yazarken, işte bir katalog yazıyorsunuz, ön tarafa bir tarihçe yazmalısınız veya bir gazeteye bir röportaj vereceksiniz, onu yazılı bir şekilde vermeniz bana çok fayda sağladı. İş hayatıma gerçekten çok fayda sağladı. Beni iş adamı olarak da yazarlık kimliğim çok tanıttı.
‘Farkında olmadan 70’li yılların Bursa’sını yazmışım’
Ben 70’li yılları yazmışım farkında olmadan, Mezeci Çırağı’nı yazarken. Bunu bilmiyordum, sonradan farkında oldum. Yazılan şeyler çok parlıyor, sebebi de az eser var. Bursa’yı anlatan, Hanlar Bölgesini anlatan, 70’li yılın esnafını anlatan kaç tane eser var? Hal böyle olunca siz de tanınıyorsunuz, iş hayatına çok büyük katkısı oluyor.
Yazmaya devam ediyorum. Çok seviyorum yazmayı. Hatta ‘Arkası Yarın Mektuplar’ diye sadece eşimin yanında yazdığım bir yazı dizisi var. Onu kitaplaştırdık, anılar esasında, günlük bir anlamda da. Açıyorum bir sayfayı bazen, eşimle açıyoruz, bakıyoruz, ‘biz bu anı yaşamış mıydık?’ diyoruz. Unutuyoruz işte, binlerce gün unutuyoruz; ama yazarsanız unutmuyorsunuz.
– Özkan İrman’ın ve Minteks’in gelecek hedefleri neler?
– Benim en çok istediğim eğitim alanında biraz daha ilerlemek. Minteks’in o alanda gerçekten güçlü olmasını istiyorum. Tekrar tekrar söyleyeyim, fayda sağlamak maksadıyla, ülkemizin gerçekten çağdaş aydınlık eğitim kurumlarına ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için kursların dışında da okullarımız olsun. Çok istiyorum.
‘En büyük isteğim ticari kadim kültürü çocuklarıma aktarmak’
Ama en büyük arzum, her yerde söylediğim gibi ticari kadim kültür, dedemden bana kalmamış, babama bile kalmamış, ki benim babaannem sefillik içerisinde ölmüş, çok büyük debdebeye rağmen, ben de istiyorum ki Özkan İrman bu kadar emek verdi, bir yere getirdi bir markayı, en büyük derdim ve arzum, altmış yaşını aşmış bir insan, bir ülke ferdi olarak söylüyorum: Evlatlarıma ticari kadim kültürü aktarabilmek… En büyük arzum, isteğim bu. Onlar artık alsınlar bayrağı, yeni yeni şeyler yapsınlar, sektörel değişim yaşasınlar, yurt dışında yatırımlar yapsınlar, ama en büyük arzum, emelim bayrağı sağlam bir şekilde teslim edebilmek.